ADIYAMAN

GÜNDÜZ MÜSLÜMAN, GECE HRİSTİYAN

    Temmuz ayının ortasındayız. Almanya doğru dürüst yaz mevsimi yaşamadı bu sene. Ne zaman yaşadı ki, diye sorulabilir. Mezopotamya’daki yaz mevsimine ise hiç benzemiyor. Rüzgarlı bir hava var. Neredeyse insanlar sobalarını yeniden yakacaklar.

Almanya’nın Hollanda sınırı üzerindeki Gronau kasabasındayım. Senelerdir yaşlılarla söyleşiler yapıyorum.

Yanılmıyorsam altmış beşinci kişiyle söyleşimi yapmış olacağım bugün. Süryani din adamı Hori Lahdo Kahya ile daha önce beş kez söyleşi yapmıştım. Bugün biraz farklı bir konu üzerine söyleşi yapmaya geldim. İçeri girer girmez papazın eşi konuşmaya başladı.

Biz ülkedeyken hiç böyle değildi. O zaman kışın kış; yazın yaz olduğunu bilirdik. Burada ise herşey karıştı. Baksana rüzgar ve yağmur bahçedeki çiçeklerimi ne hale getirdi.

 

Bahçeye bir baktım. Gerçekten seyretmeye değer. Rengarenk çiçekleri olan çok bakımlı bir bahçe.  Ama gel gör ki, çiçeklerin bir kısmının kökleri kırıldı. Bir kaçını düzeltmeye başladım. Fakat mümkün değil. Rüzgar aldı yarısını götürdü.

Hori Lahdo yanıma yanaştı ve hayıflanmaya başladı.

 

–       Ülkede geçirdiğim bir günü buradaki on seneye değiştirmem ama gel gör ki senelerdir buradayız. Keşke başımıza gelenler gelmeseydi ve biz de yaban kuşları gibi buralara gelmeseydik.

 

İçeriden ses geldi, ‘’kahveler hazır’’. 

 

Giriyoruz ve kahvelerimizi yudumlarken yanımda getirdiğim video kamerasını hazırlıyorum. Daha sonra düğmeye basıyorum:

 

–  Bugün sana on altı sene kaldığımız Adıyaman’da yaşadıklarımdan bir

sayfa anlatacağım diyor, Hori Lahdo ve anlatmaya başlıyor:

 

’Yaşam tesadüflerle doludur. Benim papaz olmam da bu tesadüflerden birisi sayılır. Yıl 1968 olsa gerek, ailemden bile hiçkimse papaz olacağımı bilmiyordu, çünkü hiç birine danışmadan kararımı vermiştim. Aklıma esti ve konuyu Metropolit Hanna Dolabani’ye açtıktan sonra bundan dönüşün olmayacağını kısa bir süre sonra anlamıştım zaten.

Daha sonra bunu duyan akrabalarımın hepsi şaşırmıştı. Fakat onlara beni kutlamaktan başka bir şey kalmamıştı.

 

Adıyaman’da bir din adamına ihtiyaç vardı. Orada Mor Futros ve Mor Paulos Süryani Ortodox kiliseleri vardı. Çok kısa bir süre içerisinde kendimi ailemle birlikte Adıyaman’da buldum. Burada toplam altmış hristiyan aile vardı. Bunlardan kırkı Ermeni diğer kalanı ise Süryani idi.

Bunlara toplam on altı sene hiç bir ayrım yapmadan din hizmeti verdim. Ayrım yapamazdım. Çünkü bunların arasında hiç bir ayrım yoktu. Yaşamımın en güzel yıllarını burada, bu insanlar arasında geçirdim. Bunlar hüzün dolu insanlardı.

1915 yıllarında Adıyaman’da 700 Ermeni ve 100 Süryani aile yaşıyordu. Mutlu yaşıyorlardı. Buranın zanaatkarlarıydılar. Türkler, Süryaniler, Ermeniler, Aleviler hepsi bir arada bir çiçek bahçesi gibi yaşıyorlardı. Türklerin bu bölgeye gelişi çok sonraya dayanıyor. Buradaki 1600 senelik Ermeni mezarlığı buna şahittir.

Bu mezarlıkta sadece ermeniler değil, süryaniler de yatıyor.  Sevinçlerini ve hüzünlerini birlikte paylaşan dünyada başka bir halk yoktur Adıyaman’daki Ermeni ve Süryaniler kadar. Bir düşün; birlikte yaşadılar ve aynı mezarlıkta gömüldüler. Yakın geçmişte  yaşadıkları ortak acı bu yakınlıklarını daha da pekiştirdi hiç şüphesiz.

Adıyaman’daki Süryaniler ve Ermeniler birlikte evlenirlerdi ve iki taraf ermenice konuşurdu. Bir çok Süryani’nin ismi de Ermeni ismiydi. İşte ben, böyle bir yerde papazlık yaptım. Bunlar arasında nasıl ayrım yapabilirdim ki?

 

1915’ten kurtulanlar civar köylerde yaşayan alevilerin evlerinde saklanarak kurtulmuşlardı. Çok acı yaşamışlardı. Bir kısmının anne babaları kendilerini emanet olarak bırakmışlardı.

Ne var ki, daha sonra emanetlerini almak için hiç dönmediler, dönemediler. Aradan seneler geçtikten sonra bunların bir kısmı, civar köylerden Adıyaman şehir merkezine geri döndü. 

 

Buralarda Kahta, Narınca, Ulbis, Kafardis, Gerger, Venk, Haspiyas ve daha bir çok köy vardı. Bu köylerde yaşayan bir çok müslüman bana gizliden gizliye gelirdi. Bunların arasında dün gibi hatırladıklarım var.

Mesela Ali, Mehmet, Mustafa, Osman ve daha bir çok kişi bana gelip acılı anılarını anlatırlardı. Bunların hepsi ermeni idi. Hepsi hristiyan idi. Evet, gündüz müslüman, gece ise hristiyandılar.



Biraz önce söyledim. Eskiden buradaki zanaatkarlıkla uğraşanlar, elinden bir şekilde iş çıkanların hepsi ya Ermeni ya da Süryani idi. Bunların küçük bir kısmı, bu hünerleri sayesinde soykırımdan kurtulmuştu. Çünkü bunlara ihtiyaçları vardı ve öldürmediler.

 

Gerçek ismini hatırlamıyorum. Fakat şehrin tam orta yerinde Merdivenli kilise diye bir Ermeni Manastırı var. Halen orada duruyor. Ne var ki manastıra gidecek fazla insan bırakmadılar. Hepsini yok ettiler. İnsanlarla birlikte kiliselerini de süpürüp yok ettiler.

Bir gün birisi bana geldi. Düz bir arazinin üzerinde büyük bir ev yapacaktı ve burada üzerinde Ermenice yazılı bazı taşlar bulmuştu. Gidip baktım. Meğerse burası daha önceden bir ermeni kilisesiydi. Şimdi orada büyük bir şato kuruldu. İçinde ermeniler değil, başkaları oturuyor.

 

Deniyor ki, Ermeniler geçici olarak tehcire gönderileceklerdi. Bu doğru değil. Çünkü 1915’te tehcire gönderilen Ermeni ve Süryanilerin yerine Balkanlardan gelen 300 aile muhacir yerleştirilmişti bir hafta sonra. Her şey planlı idi.

Gelen muhacirler en güzel mallara ve mülklere sahip olmuşlardı kısa bir süre içinde. Bugün bunlar Muhacir olarak tanımlanmaktadırlar Adıyaman’da. Mesela Kerem muhacir vardı bizim oralarda…. 

 

1968 den 1985’e kadar burada yaşadım. Daha sonra ise Türkiye’nin gidişatı ve bana karşı artan tehditlerden sonra ailemle birlikte Almanya’ya taşındım.’

 

Niye tehdit ediliyordunuz?

 

-’ Biliyormusun, benim din hizmeti verdiğim kilise aynı zamanda, bir terapi merkezi görevini de görüyordu. Bu bölgede gündüz müslüman, gece hristiyan olanların sayısı hiç te az değildi. Ve bunların yaşamı dramlarla doluydu. Bunlar bana gelip acılı anılarını anlatıyor ve dua ediyorlardı.  Bunların arasında Emine isminde yaşlı bir kadın vardı.

Yeri cennet olsun. Dünyanın en iyi insanı idi Emine. Malatya’dan Adıyaman’da evli kızını ziyarete gelirdi her sene. Burada iki hafta kalırdı. Her geldiğinde kızına ve eniştesine yalan söylerdi. Onlara, ‘bugün tek başıma çarşıya çıkacağım çocuklarınıza şeker alacağım’, diye yalanlar söylerdi. Daha sonra ise bizim kiliseye gelirdi. Bizden özür diler ve yalnız bırakılmayı isterdi. Kilisenin orta yerine çömelir ve saatlerce avazı çıktığı kadar ağlardı. Gözleri şişerdi. Uzaktan dinlerdik haykırışlarını.

Allah hiç kimseye Emine’nin yaşadıklarını yaşatmasın. Biz de ağlardık. Onunla birlikte bizim de kalbimiz paramparça olurdu. Kızından ve eniştesinden kiliseye geldiğini sakladığı gibi, gerçek adı olan Ani’ yi ve uzun yaşam öyküsünü de saklıyordu Emine… 

 

Bize gelenlerin isimleri Ali, Osman, Mustafa, Hacı olurdu. Fakat bunların gerçek isimleri ise  Ani, Markus, Hayganuş, Sarkis, Artin ve Barsawmo idi.

 

Bunlar Malatya, Maraş, Urfa ve Antep’ten gelirdi. Burada dualarını eder ve anılarını anlatırlardı. Hepsi acıklı anılar. Her insanın kaldıramayacağı, yüreklerin dayanamayacağı kadar ağır anılar… Bunları tek tek, grup grup vaftiz ederdim. Sadece bir gece içinde hiç durmaksızın 72 kişiyi vaftiz ettiiğimi hatırlıyorum. 

 

Elbette bunlar sağda solda duyuluyor ve bana gelen küfürlü mektup ve tehditlerin sayısı da artıyordu. Bazı iyiniyetli devlet memurları dikkatli olmamı salık veriyorlardı. Çok iyi devlet memurları da vardı. Ben korkmuyordum. Ne var ki zaman içinde büyüyen çocuklarım vardı. Artık onlar için korkmaya başlamıştım. Bunun üzerine çok sevdiğim Adıyaman’ı bırakıp Almanya’ya taşındım.

 

Adıyaman’da kaldığım on altı sene içerisinde, gece hristiyan, gündüz ise müslüman olarak yaşayan toplam 742 kişiyi vaftiz ettim. Bunların çoğu Ermeni idi. Yalan üzerine kurulu bir yaşamları vardı. Hiç istemedikleri halde gündüz müslüman olarak görünürdü ve camiye gidenleri vardı.

 

Daha sonra bazıları bizim gibi Almanya’ya taşındılar. Köln şehrinde yaşıyanları var. Bochult şehri ise bize yakın bir şehirdir. Burada yaşıyan Ermeniler artık hem gece hem de gündüz hristiyandırlar. Bochult’a gidip halen onlara din hizmeti veriyorum.  

 

Biliyorum, söylenmesi kolaydır. Fakat  şunu söyliyeyim: 742 kişiden 742 roman 742 film çevrilebirdi.  Allahım niye bütün bu acılar? Halen aklım almıyor. Niye bu kadar insan yok edildi, niye bu kadar insana bu kadar acı yaşatıldı. Oysa o ülke hepimize yeterdi. O şehir dünyanın en güzel şehri idi, o coğrafya dünyanın en güzel coğrafyası idi. Şimdi ise orada sadece bir mezarlığımız kaldı.’

 

 

Sabri Atman

 

 

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu